Anarşizm Yazıları 6 | Özgür Bir Toplumda Bireyin Topluma Katılım Göstermeme ve Kendisini Toplumsal Örgütlenmeden Yalıtma Hakkı Yanılgısı Üzerine

 Not: Anarşizm Yazıları 3 ve 4 henüz yazım aşamasında. ''Anarşizme Kısa Bir Giriş ve Genel Bir Yaklaşım'' başlığı ilk iki yazıyı oluşturuyordu. Bu yazıları tamamlamam ve günümüze kadar uzanan anarşizm teori ve praksisi hakkında isabetli bilgiler verebilmiş olmam için başlığı iki yazı kadar daha uzatmam gerekti. Kendi bildiklerimi aktarırken birçok kaynaktan araştırma yapmam ve verilecek olan bilgilerin doğruluğundan emin olmam tarihsel bilgiler aktarılacak olduğundan son derece önem arz etmektedir. Bu yüzden bir gecikme söz konusu. Elbette gündelik işler ve problemler de bu sürenin uzamasına en az bahsettiğim şeyler kadar katkıda bulunmuş oldu. 

Toplum sosyal bir fenomen olarak her daim sosyolojinin ve siyasetin en önemli konularından birisi ve inceleme alanı olmuştur. Bu tür disiplinlerin bir konusu olmanın da ötesinde toplum, yaşamsal gerçekliğin reddedilemez bir parçasıdır. İşe şu sorudan başlamak doğru olacaktır diye düşünüyorum. Toplum nedir? 

 Toplumun, belirli bir sınırlar içerisindeki bireylerin ve bireyleri içeren ailelerin toplamı olduğu yönündeki indirgemeci ve vulgar görüş son derece muğlak ve anlamsızdır. Bu fikir klasik liberalizmin atomik bireyciliğinin etkisiyle savunulmuştur. Halbuki toplum, aile veya bireylerin bir toplamı ile ifade edilemez çünkü ortada bir etkileşim ve örgütlenme biçimi söz konusudur ve bu da çiğ bir toplamdan ziyade bir etkileşimler ağına işaret eder. Her şeyden önce toplum bir etkileşimler ve örgütlenmeler ağıdır bu sebeple bir müşterekliği ve kolektif bilinci zorunlu kılar. Burada kolektif bilinç yaygın inançlar, ideolojik paradigmalar veya başka bir deyişle hegemonik bir biçimde yer edinmiş olan ''resmi ideoloji'' ve bunun bir uzantısı olarak varlığını sürdüren ''resmi tarih'' olabilir. Bunlar, mevcut devletli ve despotik toplumsal modellerin alışılageldik kolektif bilincine iyi birer örnektir. Özgür bir toplumda kolektif bilinç mevcut durumdan farklı olacaktır. Ortak ihtiyaçlar ve ortak çıkarlar da toplumsal mekanizmaları  şekillendirirler. Toplumun bir başka özelliği ise organik bir yapı olmasıdır. İnsan eylemleri ve biyolojisi bu yapının oluşumunu kaçınılmaz kılmaktadır. Ontolojik olarak varoluş tekildir. İnsan bedeni tekildir ve tüm yaşamsal tecrübeler bu beden ile deneyimlenir fakat yaşam kolektiftir çünkü sadece bir var olma durumundan ibaret değildir. İnsan ihtiyaçları ve arzuları karşılanmalıdır bu da diğer insanlarla etkileşimi zorunlu kılar. Tüm bunların da ötesinde, öteki olmadan yaşam mümkün değildir. Bireyi birey yapan, kendisi dışındaki türdeş ve türdeş olmayan organizmanın ve ekosistemlerin varlığıdır. Birey kavramı ontolojik bir tekilliğe vurgu yapmanın ötesinde bir şeydir. Kendi türdeşleriyle ortak biyolojik özellikler gösteren organizmanın onlardan ayrılan kimlik, yaşam tercihleri, fikirler vb. şeyler birey kavramını somutlaştıran olgulardır. Bu bahsedilen şeyler de yaşamın doğal örüntüsü olmaksızın gelişemez. Kısacası insan toplulukları ve onu oluşturan sağlıklı mekanizmalar olmadıkça birey de olmaz. 

 Toplumun ne olduğu hakkında kabataslak bir tanımlamaya başvurduktan sonra akıllara gelecek bir başka soru da doğal olarak nasıl bir toplumda yaşıyor olduğumuz üzerine olacaktır. Toplum, insan topluluklarının oluşturdukları kurumsal ilişkiler ve çeşitli insani ilişki ağlarının toplamıdır. Peki öyleyse nasıl bir toplumda yaşıyoruz? Hiç şüphesiz insan ilişkileri farklı motivasyonlardan etkilenebilir ve farklı örüntüleri takip edebilir. Bu sebeple tek bir toplum tipinin olamayacağını tahmin etmek zor bir şey olmasa gerek. Olası birçok toplumsal örgütlenme tipinden birisi ile karşı karşıyayız. Tamamen küreselleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bu küreselleşme sadece iktisadi anlamda sermayenin sınır- ötesi hareketinin mümkünatı değil, aynı zamanda insan kültürlerinin ve insani durumun da globalleşmesi ve tüm dünyanın farkındalığında olması anlamını da taşımaktadır. Bu durumu sınırları belirli bir ulus devlet modeli izler fakat kozmopolit bir dünya vatandaşlığı bilincinin yükselmesi ve küresel ticaretin etkileriyle ulus devlet modeli 21.yy'da gücünü günden güne yitirmek durumunda kalmıştır. Buna rağmen son yıllarda yükselen göçmen ve mülteci krizleri birçok ülkede ırkçı ve reaksiyoner fikirlerin yükselişe geçtiği bir dönemi hazırlamıştır. Mevcut toplumsal ağların ortak bir noktası vardır. O da erkin yatay ve desantrilize bir şekilde insanların elinde toplanması yerine merkezi ve dikey bir örgütlenme modeli ile belirli bir zümrenin elinde toplanmış olmasıdır. Mevcut durumu oluşturan tüm patika ve ağlarda bu durum ortaktır. Devlet hangi yapıda olursa olsun şu ana dek var olmuş tüm devletli siyasal pratiklerde bu durum gözlenmiştir. Devletin, ''vatandaş'' olarak kodladığı bireyler, bir avuç yasa koyucunun  hiçbir gönüllülük esasına dayanmaksızın oluşturduğu toplum sözleşmesini gizli bir tahakkümü içselleştirerek kabul etmek zorundadır ve toplumsal örgütlenmeye katılım ancak böyle sağlanabilir. Bu da bireylerin kendi yaşamları üzerinde azami kontrol sahibi olmalarını ve kendilerini gerçekleştirmelerini olabildiğince kısıtlamaktadır. Bu durum mevcut haliyle demokrasi kavramı üzerinde de tesirini göstermektedir. Her bir yurttaşın karar alma mekanizmasında rol oynamasını ve kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olmalarını sağlayan demokrasi asıl kimliğinden koparılmış ve bürokratların vaatleriyle bireylerin tercihlerini eşitleyen temsili bir bulanıklığa indirgenmiştir. Ekonomik anlamda ise dünya genelinde kapitalist bir model hakimdir. Üretim araçları ve hizmetler ya kapitalist devletin ya da şirketlerin elindedir ve buralarda ücret karşılığı çalışan kimseler kendi emekleri üzerinden edinilen karlardan ancak bir kırıntı kadar elde etmektedirler. Devlet ise bu durumun muhafazasında kilit bir rol oynar. Yapılan düzenlemeler aracılığıyla karların hedef kitlesi ufak bir azınlık iken zararlar ise topluma mal edilir. Kriz zamanlarında büyük şirketler bu acil durumu devletin devralmasını sağlayarak paçayı iyi kötü yırtabilirken, ücret karşılığı çalışan kimseler ve kobiler(küçük işletmeler) için görünürde bir çare yoktur. Bu durumun bir sonucu olarak eğitim ve sağlık da içerisinde bulunduğumuz toplumda tamamen metalaşmıştır. Kamusal sağlık hizmetlerinin özel sağlık hizmetleriyle birlikte bulunduğu ülkelerde, yapılan düzenlemeler ve doktorların, sağlık personellerinin çalışma koşulları dolayısıyla parası olmayan ve metalaşmış sağlık hizmetlerinden yararlanamayan kimseler sağlık sorunlarında da giderek artan bir kötüleşme tablosuyla karşı karşıya kalmak zorundadırlar. Eğitim ise bireyin kendisini gerçekleştirmesi amacından koparılmış ve tamamen mevcut statükoya adapte olabilecek, kültürel hegemonyanın bayrak taşıyıcısı olacak kitleler yetiştirmeyi amaçlar hale gelmiştir. Modern okul bir eğitim kurumundan ziyade askeri kışlayı, hatta bazı durumlarda bir Nazi toplama kampını veya Sovyet gulagını hatırlatmaktadır. Mevcut toplumun yapı taşlarından birisi olarak kabul edilen aile kurumu, bireyin yaşamının sonraki dönemlerinde karşılaşacağı tahakküm ve boyun eğmenin adeta filizlendirildiği ilk yer olmuştur. Bireyin otoriteye itaat etme, patriyarkal anlayış geliştirme vb. koşullanmaları ilk olarak bu yozlaşmış yapıda başlar. Bu nedenle aile, mevcut otoriter ve tahakkümcü yapıların yeniden üretiminde ve muhafazasında temel bir rol oynar. Aynı zamanda miras yoluyla sermayenin aktarımını ve dolayısıyla toplumsal sınıfların katı yapısının devamını da sürdürür.  Tüm bu faktörlere rağmen aile çekirdek bir yapı olarak lağvedilemez. Bunun birincil nedeni ailenin biyolojik belirlenimciliğin etkisinde gelişen doğal bir yapı olmasıdır. Bu her türlü doğal yapının insanın rasyonel  müdahalesinden muaf olması gerektiği manasına gelmemelidir zira doğa akıllı bir biçimde hareket etmez ve kusurludur. Fakat aile insan yaşamı için bir iskeledir ve yaşam için gerekli ön zorunluluklar, özellikle erken dönemde, ancak ebeveynlerin desteği ile elde edilebilir. Bu sebeple en olumlu hamle aile kurumunun, tüm tahakkümsel özelliklerinden arındırılarak yeniden üretilmesinde yatmaktadır. 

 Genetik ve çevresel faktörler insanların düşünsel faaliyetlerini derinden etkilemektedir. Sahip olunan ideolojik edimler salt düşünsel becerilerle ve analitik becerilerle edinilmiş değildir. İnsan bilinci, analitik ve kritik düşünmeyi öncülleyen bir gelişime sahiptir. Bu sebeple birçok konu hakkında edinilen sağduyu ve izlenimler, yaşamın idame ettirildiği çevredeki iktisadi ve toplumsal örgütlenme modellerinin yan ürünü olma özelliğini taşırlar. Bu durum basitçe açıklanabilir. İnsan bilinci ve izlenimleri, içerisine doğduğu dünyayı deneyimler ve gerçeklik algısını bu deneyimi baz alarak temellendirir. Bu durum, mevcut hegemonik fikirlerin ve algıların bireylerin düşünsel evrenlerinde bir katalizör görevi taşımalarına yol açar. Buna en iyi ve eski örneklerden birisi Platon'un mağara alegorisidir. Mağaradakiler, uzamsal olarak tek gerçekliğin mağara ve gerçek öznelerin de mağaradaki gölgelerden ibaret olduğunu düşünürler ve bunun haricinde ihtimal olanağı ile tanışmamış zihinleri, onları farklı bir yaşam koşulunun varolabileceğini düşünmelerinden alıkoyar. Benzer bir biçimde, devletli, despotik, insanların kendi yaşamları üzerinde doğrudan kontrol sahibi olamadıkları, her şeyin metalaştığı bir toplumda yaşayan insanlar da düşünsel faaliyetlerini bu kavramların sınırları çizdiği biçimde gerçekleştirirler. Fakat günümüz insanlarının Platon'un mağara alegorisindekilerden bazı önemli farklılıkları vardır ve bu farklılıklar radikal bir değişim için bir kalkış noktası olma olanağı taşır. Bu farklılıklardan birisi bilinç ve deneyimsellik diye adlandırdığım şeydir. Platon'un alegorisindeki insanlar, yaşamları boyunca mağara dışında bir gerçeklikle tanışmamışlardır ve bağlı oldukları zincirlerle birlikte etraflarındakileri dahi görememektedirler ancak insani gerçeklik bu durumdan uzaktır. Her ne kadar gündelik yaşam irili küçüklü birçok iktidar odağı tarafından tahakküm ağlarıyla örülmüş dahi olsa, insanlar birçok kez bu iktidar odaklarına karşı direnirler ve iktidar odaklarının teğet geçeceği aksiyonlarda bulunmaya çalışırlar. Buna insanlar arasındaki dayanışmaları örnek verebileceğimiz gibi bireyin birçok durumda gösterdiği bireysel isyan ve başkaldırıyı da gösterebiliriz. Örnek vermek gerekirse, bankaların ve devletin yardımcı olmadığı birçok durumda insanlar birbirlerine maddi yardımlarda bulunurlar. Birçok benzer durumda insanlar karşılıklı yardımlaşma faaliyetlerinde bulunurlar. Afet durumlarında herhangi bir karşılık beklenmeksizin  yardımlar yapılır. Öğrenciler sınav öncesinde birbirleriyle edindikleri not ve belgeleri paylaşırlar. Cinsiyetçilik, homofobi, transfobi, ırkçılık vb. birçok toplumsal tahakküm biçimine karşı insanlar bir araya gelerek örgütlü bir mücadele yürütürler ve bu durum devlet ve diğer iktidar odaklarının kontrolü ve yardımı dışındadır hatta birçok kez devletle sıcak bir düşmanlık kurmayı gerektirir. Kısacası özgür bir toplumun  yeşermesi için gerekli olan filizler mevcut toplumda ekilidir. Çünkü bu davranışlar insanın varoluşunun organik bir parçasıdır. Bir diğer nokta ise insanın isyan etme becerisidir. Sofistike bir hayvan olarak insan, tüm diğer hayvanlar gibi acıdan kaçma ve haza ulaşma eğilimindedir. Bu Epikürcü düşüncenin tamamen doğru olduğu kanaatindeyim. Besin, barınma, güvenlik, cinsellik gibi hayvani ihtiyaçlar temeldir ve tüm diğer hayvanlarda da olduğu gibi insanın bu ilkel ihtiyaçları tatmin etmesi zaruridir. Buna rağmen insan biyolojik evrimin kendisini getirdiği noktada temel fizyolojik ihtiyaçların giderilmesinin ötesinde bir projeksiyona sahiptir. Bu durum genellikle ''insanın kendini gerçekleştirmesi'' veya ''tam potansiyeline ulaşma'' olarak nitelendirilir. İnsan yaşamı sürekli bir anlam arayışı ile lanetlenmiştir ve bu anlam arayışı açlığı ancak insanın kendini gerçekleştirmesi ile karşılanabilir. Çarlık Rusya'nın son dönemlerinde yaşanan nihilizm patlaması bir tesadüf değildir. Kendini gerçekleştirme olasılığından uzak ve kölelik bağlarının gelişmiş olduğu toplumlarda bu durum beklenen bir şeydir. Acı ve anlamsızlığın sonsuz sarmallarında yolculuk eden birey, sahip olduğu en kudretli becerilerden birisini açığa çıkarır. Bu, isyan etme becerisidir. Mihail Bakunin bu durumu şöyle özetler ; ''İsyan etmek yaşamın doğal bir eğilimidir. Bir solucan bile kendisini ezen ayağa karşı döner. Genel olarak, bir hayvanın canlılığı ve göreceli haysiyeti, isyan etme içgüdüsünün yoğunluğu ile ölçülebilir. '' Bu isyan elbetteki tekil bir eylemi aşıp örgütlü ve kolektif bir mücadeleye dönüşmediği müddetçe, mücadele ettiği ölüm makinelerini deviremez. 

Bir Denetim ve Pasifizasyon Mekanizması Olarak İzolasyon: 

Bir cezalandırma yöntemi olarak hapishane ve benzeri kapatılma sistemleri, 18 ve 19.yy'da ortaya çıkmışlardır. Aynı zamanda deliler ve akıl hastlarının da normal insandan bir sapma olarak değerlendirilip akıl hastanelerine tıkılmaları da aynı döneme denk gelmektedir. ( Yaşar Çabuklu - Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde sy. 9 Metis Yayınları) Teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlar üzerindeki denetim ve gözetim mekanizmaları gelişip çeşitlenmiştir. Aynı teknoloji ve kitle iletişim araçları, insanların doğru enformasyona açık bir biçimde erişimine ve çeşitli olanaklara erişmelerine olanak sağlamıştır. Bunun yanı sıra denetim ve gözetim mekanizmalarından kaçmanın yeni yöntemlerini de  yaratan yine teknoloji olmuştur. Özellikle siber denetim konusunda durum fazlasıyla geçerlidir. Tüm bunların yanı sıra pasifizasyon her zaman gözetim ve sürü denetimi şeklinde gerçekleşmez, birçok kez yıldırma izolasyonla sonuçlanacak vizyonların geçerlilik kazanmasıyla da gerçekleşir. Mevcut toplumsal ağlar genellikle iki uç noktada tezahür ederler. Bunu katı kolektivizm ve atomik bireycilik olarak adlandırıyorum. Her ne kadar bu dikotomi iki zıt kutubun tezahürü gibi dursa da katı kolektivizm ve atomik bireycilik aynı sonuçları doğurmaktadır. Bu sonuçlar, mevcut iktidar odaklarının hasar görmeden kendisini sürdürmesi ve yeniden üretmesi, insanların bu durum için gerekli olan rızalarının imal edilmesi vb. şekilde açıklanabilir. Katı kolektivizmin türleri kendini feda etme kültürü, gelenekçilik, şovenizm, güç istencini kitle hareketinin başarısıyla özdeşleştirme vb. şekillerde ifade edilebilir. Katı kolektivizm statükonun çok güçlü bir biçimde kullandığı bir araçtır ve tiranların bireyleri bırakın zorlamayı, onlara kendi rızalarını ürettirerek onun meşruiyetini kabul ettirmesiyle sonuçlanmıştır. Tiranın sahip olduğu güç ve kudret, yanlış bilinçlilik ve sadistçe dürtüler tarafından kitlelerce özdeştirilir ve bu güç aynı zamanda onların da paylaştığı bir şeymiş gibi algılanır. Aynı katı kolektivizm statükoya karşı sözde muhalif hareketleri de zehirlemiştir. Bu durum özellikle otoriter sol gruplar için söz konusudur. Leninizmi esas alan Komünist Partiler, genellikle komite üyesinin kültleşmesi ve parti üyelerinin bilincine dahi varamadıkları bir kitlesel histeri yaratırlar. Milliyetçi ve muhafazakar partilere gelecek olursak, onlar zaten kitlesel histeri ve zorbalığı mevcut hareketlerinin yakıtı olarak görürler ve bu durumdan büyük bir memnuniyet duyarlar. 

 Öte yanda atomik bireycilik tezahürü vardır. Bu ise insanın belirli bir kültürel ve biyolojik kodlar içerisinde doğduğu gerçeğini reddedercesine, sanki dünyaya sıfır noktasından fırlatılmış gibisinden bir varoluş bilincini empoze eder. Atomik bireycilik bireylere, sadece kendi tekil eylemleriyle, tüm bu ölüm makineleri ve tahakküm biçimleri sanki hiç yokmuşcasına, kendilerini özgür kılabilecekleri ve gerçekleştirebilecekleri palavrasını işler. Bu durum gerçek anlamda bireysel özgürlük potansiyelini ortadan kaldırmak için çok kullanışlıdır ve yeni toplumsal örgütlenme pratiklerinin önünü tıkamak için kullanılan bir araçtır. İnsan eylemleri hem katı kolektivizmin hem de atomik bireyciliğin tezahürleri altında soğurularak tam bir pasifizasyonla sonuçlanır. Bu sayede birey, içerisinde yaşadığı, tamamen gösterge ve sembolizasyonlarla dolu gösteri toplumunda, yer yer özgür olmak için sırasını bekleyen bir kuklaya, bazen de ilkel ve histerik hislerle dolu kitle hareketlerinde kendisini feda ederek gözetimin amacını nihayete erdirir. 

Buraya kadar yazılan şeylerden sonra okuyucu kimse, beni malum olanı ilan etmekle ve demagoji yapmakla suçlayabilir. Ünlü bilim felsefecisi Karl Popper'in de söylediği gibi hayat problem çözmektir. Yaşamın itici gücü budur. Öyleyse her problem bir çözüme kavuşturulmalıdır. Toplumun katı kolektivizm ve atomik bireyciliğin pratikleri tarzında tezahür ediyor olması, yazının ilk kısmında bahsettiğim sebeplerle doğrudan ilişkilidir. Bir temsiliyetler toplumunda yaşıyoruz. Noam Chomsky bu durumu '' Medya Denetimi'' adlı yazısında, seyirci demokrasisi olarak adlandırıyor. Bireyler kendi yaşamları ve yaşam çevreleri üzerinde olabildiğince gerekli seviyede kontrol sahibi ve karar verici konumda değiller. Çünkü toplum aslında egemenlerin meşruiyetini kabul ettirmenin görece barışçıl ve ilizyonlu bir yolu olan temsili demokrasinin ''şaşkın sürüsü''(Yine Chomsky'nin deyimiyle) olmaktan ibaret.Kısacası bugünün toplumsal ağları, bireylerin kendilerinin doğrudan katılımcıları oldukları eylemlerle değil, kendilerine çeşitleri rolleri uygun gören, ki bu roller statükoyu devam ettirecek biçimdedir, bürokratların ve egemenlerin hegemonik bir biçimde başlatıcısı olduğu eylemlerle şekillenmektedir. Bireyler, bireyleri üreten toplumu üretirler. Bu sebeple kendilerine biçilen toplumsal ağların yıkıcılığının karşısında bilinç geliştiremeyen bireyler, bu durumun yeniden üretiminin işçileri olurlar. Toplum artık bireye düşman olmuştur. Çünkü o, bireylerin kendi yaşamlarını gerçekleştirmek için yaşamda bir katılımcı olmaları yoluyla üretilen ufak ve desantrilize ağlar yerine, onların birer temsilci olduğu kocaman ve bulanık bir ağa dönüşmüştür. 

 Bu sorunsalı sonlandıracak senteze gelecek olursak, insan etkileşimi yaşamın ana damarlarından birisi olduğu için kaçınılmazdır ve bu da toplumsal ağların oluşturulmasını zorunlu kılar. Yazının ilk bölümlerinde bu durumdan zaten bahsetmiştim. Bireyin kendisini gerçekleştirmesi de bu toplumsal kerterizlerin sınırlarında gerçekleşir. Bunun için mevcut toplumsal ağların yenisinin lehine yıkılmaları, yaratıcı bir yıkıcılıkla parçalanmaları gerekir. Bu durum için yeni ve özgürlükçü toplum pratiklerinin mevcut toplum içerisinde simüle edilmeleri ve örgütlenmeleri lazımdır. Bu örgütlenmeler, kimsenin bir diğeri üzerinde tahakküm kurmasını engelleyecek şekilde, hiyerarşik olmayan bir biçimde gerçekleşmelidir. Bir diktatörlüğün, geçisi olsa dahi bir diğeriyle değiştirilmesi çözüm değil yeni bir tahakküm ağının yaratısıdır ve bu ağ, kendisini yaratanları da etkisiz bırakacaktır. Günümüzde birçok birey, içerisinde bulunduğu varoluşun kendi köleliğinin bir tezahürü olduğunun bilincindedir ve bu özgürleşmenin izolasyon ve yalıtılma ile gerçekleşeceğini düşünmektedir. Bu fikir de düşünsel hegemonyanın bir uzantısıdır ve izolasyon da az önce bahsettiğim gibi farklı bir denetim ve pasifizasyon mekanizmasıdır. Bir birey izolasyon ve yalıtımın özgürleştirici olduğunu düşünüyor olsa da bu yanlış bir bilincin sonucudur çünkü izolasyon kararı, kendisini bu kararı almaya iten tüm bu tahakküm mekanizmalarının bir yan ürünüdür. Bu nedenle bu bir boyun eğme ve gönüllü bir biçimde tahakküm yapıları tarafından evcilleştirilmek demektir. Tüm bunların bir sonucu olarak özgürleşmek adına toplumdan yalıtılma eylemi antagonistik bir çelişki barındırır ve bireyin ayaklarına bağlanan tüm prangalarla, onları sökebilme ihtimali varken onları sökmeden, büyük bir güçlükle yürümeye devam etmesi gibidir. Bu sebepledir ki izolasyon ve pasifizasyon özgür bir varoluşun gerçekleşmesinin bir öncüsü değil, o ihtimali hapseden, alıkoyan bir gardiyandır. Onun bir düşmanıdır. 

 Kaynakça: Philippe Corcuff- Bireycilik Sorunu ( Versus Yayınları), Yaşar Çabuklu - Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde ( Metis Yayınları), Noam Chomsky - Medya Denetimi ( Everest Yayınları), Platon - Devlet ( Türkiye İş Bankası Yayınları)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çeviri | CrimethInc. - Siyasetin Bok Gibi Sıkıcı

Kitap İncelemeleri 2 | Raoul Vaneigem - Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı

Anarşizm: Sıkça Sorulan Sorular |8| Bölüm A.1.4 Anarşistler Sosyalist Midir?